Bastırılmış Duyguların Beden Yükü
Beden her şeyi sindirmez. Her söz, her bakış, her yaşantı... Hepsi içimizden geçer. Bu geçiş esnasında direnç göstermek, zihnin tutunması ve biriktirme arzusudur. Zihin kendisini bu şekilde var eder. Bu biriken yük, en çok bağırsakta taşınır. Çünkü bağırsak yalnızca yediklerimizi değil; hissettiklerimizi de sindirmeye çalışan bir organdır.
Bastırılan her duygu, dışa vurulmamış her öfke, yutulmuş her kelime bağırsakta kayıtlıdır. Bu kayıtlar gramofon gibi tekrar, tekrar ve tekrar bir ömür boyu çalar durur. Kimi zaman kabızlık olur bu yük; kimi zaman şişkinlik, kimi zaman içsel huzursuzluk., panik atak, depresyon, ani dizginlenemeden çıkan dürtüsel bir taşma...Esas mesele bedensel gibi görünse de, çok derindedir. Hâlâ sindirilememiş, bırakılmayı, fark edilmeyi bekleyen duygular.
Zehir, her zaman zahirden alınmaz. Batında bulunan, çok eski bir duygunun çözülememiş hâli, bir travmanın kalıntısı, kendine duyulan öfkenin donmuş bir parçası zehir gibi yayılır. Bu durum kandaki iltihaplanmayı artırır; beden kendini içeriden yakmaya başlar. Kişi bunu çoğu zaman anlamaz. Çünkü o duyguya zamanla alışmış, artık onunla bir bütün hâline gelmiştir.
Zehirle yaşamak, zamanla kişinin kimliği hâline gelebilir. O kadar uzun süre taşınmıştır ki, artık nereye ait olduğu, ne zaman başladığı bile hatırlanmaz. Bu yüzden bırakmak da zor gelir. Çünkü kişi artık o sıkışıklığın içinde kendini tanımlamaya başlamıştır. Konfor alanı, tam da bu konforsuz yerde oluşur. Huzur bile tehdit gibi gelir bazen, boşluk rahatsız eder, sessizlik gerginlik yaratır. Çünkü beden ve zihin zehire alışmıştır, diğer hiçbir şeyi bilmez, tanımaz ve bilinmeyenden korkar.
Sindirilemediği için taşınan ve bırakılmayan bu yük, kişinin enerjisini sürekli emer. Ne kadar sağlıklı beslense de, ne kadar su içse de, beden derinlerden zehirlenmeye devam eder. Ve bu zehir, yalnızca bedensel değil; zihinsel ve ruhsal düzeyde de kendini gösterir. Yorgunluk, tahammülsüzlük, bulanıklık, uykusuzluk ya da tam tersi uyuyarak kaçmak… Tüm bunlar bedende biriken bu görünmez yüklerin izleridir.
Zehir zehiri çeker. Bu şu anlama gelir: bedende tutulmuş ve normalleşmiş olan içsel zehir, kendisine benzer olanı davet eder. Zihin, tanıdığıyla rahat eder. Bu nedenle geçmişte bastırılmış öfke, korku ya da değersizlik hissi ile iç içe büyümüş bir kişi, farkında olmadan bu titreşimde olan deneyimleri, ortamları ve gıdaları arar. Zehirli düşünceler, zehirli ilişkiler ve hatta gerçek anlamda toksik besinler kişiye cazip gelir. Çünkü içteki yapıyla dışarıdaki titreşim eşleşir. Bağırsakta biriken ve çözülememiş duygu yükü, sadece bedeni değil, seçimleri de şekillendirir. Tatlı krizleri, abur cubura yönelme, alkol ya da aşırı kahve isteği... Bunların çoğu zihinsel ya da duygusal açlığın beden yoluyla ifadesidir. Ve kişi bu döngüyü fark etmediği sürece, neyi neden yediğini, neden o insanlarla bir arada kaldığını ya da neden bazı ortamlardan çıkamadığını anlayamaz.
Zihni meşgul eden tekrarlar, yerleşemeyen ilişkiler, her seferinde benzer kişileri hayatımıza çekmek… Bunların hepsi bedenin bir yerinde hâlâ tutulmakta olan bu içsel zehirle ilişkilidir.
Zehirle beslenmek yalnızca kötü yiyecekleri tüketmek değildir. Aynı zamanda kendimize ait olmayan, başkalarından gelen, ya da geçmişten kalan bir şeyi hâlâ içimizde taşıyor olmak demektir. Zehir her zaman ağızdan yiyecek ya da içecek olarak girmez, kulaktan, gözden de girer. dinlediklerimiz, baktıklarımız, ilgilendiklerimiz de bizi, her an besler ya da zehirler.
Bağırsaktaki bu çözülememiş içerik, bir süre sonra zihinsel bulanıklık, karar verememe, dağınıklık, karmaşa olarak kendini dışa vurur. Kişi neyin kendi sesi, neyin dışarıdan gelmiş bir yankı olduğunu ayırt edemez hâle gelir. İç ses ile iç yük birbirine karışır ve net bir ses bile artık yoktur.
Kimi zaman da bu zehir, dış dünyaya aktarılır. Haksız öfkeler, gereksiz savunmalar, sürekli kontrol ihtiyacı... Bunlar bağırsakta sindirilmemiş duyguların egoya dönüşmüş hâlidir. Beden taşıyamadığını bırakamadığı için, artık dışarıya yansıtır. Çünkü içerisi dolmuştur.
Bedenin bu içsel çağrısı duyulmadığında, rahatsızlıklar artar. Ve her rahatsızlık, bir kayıt noktasına işaret eder. Bedende sık sık tekrar eden belirtiler, aslında “burada hâlâ bir şey var” diyen işaretlerdir.
Tüm bu zehrin içinde sıkışıp kalan beden, bir noktada artık yalnızca bırakmak değil, yeniden canlanmak ister. İşte bu noktada florada bir uyanış başlar. Dördüncü bölümde, bu uyanışın neye benzediğini, bedenin nasıl hafiflediğini ve florayla birlikte bilincin de nasıl dönüşmeye başladığını birlikte hatırlayacağız.
Yorumlar
Yorum Gönder