İçimizdeki Polis ve Özgürlüğün Aynası
Hepimizin içinde tanıdık bir ses vardır; sürekli tetikte olan, yargılayan, denetleyen ve neyin "doğru" neyin "yanlış" olduğuna karar veren bir otorite. Bu sese genellikle içsel eleştirmen, vicdan ya da daha sert bir ifadeyle, içimizdeki "polis" deriz. Hayatımızı bu polisin gölgesinde yaşarız; onun onayını arar, kınamasından korkarız. Peki ya bu polis, gerçek bir otorite değil de, kimliğimizi gasp etmiş bir sahtekârsa?
Bu yazı, sahte merkezin ötesindeki gerçek doğamızı keşfetmeye davet eder. Bu yolculuk, zihinsel bir egzersiz değil, varoluşun temel yapısını anlamaktır.
Mutlak Zemin: Gerçek Tanık-Bilinç
Her deneyimin, her düşüncenin, duygunun ve algının- üzerinde gerçekleştiği, bir "zemin" vardır. Bu zemin, gerçek Tanık-Bilinç'tir. O, her şeyin içinde olup bittiği saf, yargısız, kişisel olmayan Farkındalık alanıdır. O, bir "kişi" değildir.
Bunu genellikle bir aynaya benzetebiliriz. Ayna, önünden ne geçerse geçsin (ister güzel bir manzara, ister kaotik bir savaş alanı) sadece yansıtır ve bundan etkilenmez. Tanık-Bilinç de zihinsel ve duygusal olayları sadece fark eder. Yargılamaz, müdahale etmez, yorum yapmaz, "şöyle olmalı" demez.
Ancak bu metaforu bir adım öteye taşımak gerekir: Ayna, yansıttığı nesnelerden ayrıdır. Oysa Gerçek Tanık, sadece izlemekle kalmaz, aynı zamanda izlenen her şeyin maddesidir. Tıpkı rüya gören zihin gibi; hem rüyadaki karakterleri yaratır, hem onları izler, hem de rüyanın geçtiği mekândır. Bu tanıklık, soğuk bir kayıtsızlık değil, mutlak bir tamlıktır. Çünkü sadece tam olanın bir şeye ihtiyacı olmaz ve müdahale etme arzusu duymaz.
Sahte Merkez: İçimizdeki Polis (Ego)
Eğer saf Farkındalık gerçek doğamızsa, bu içimizdeki polis de nereden gelir?
Ego, bu saf tanıklığı gasp eden, onu kişiselleştiren sahte merkezdir. "Ben iyiyim," "Ben kötüyüm," "Benim öfkem," "Benim farkındalığım" diyen sestir. İşte "polis" dediğimiz şey, tam olarak bu Ego'dur. O, sürekli olarak deneyimleri "benim" diye etiketler, onları geçmişe göre yargılar ve geleceğe yönelik planlar yapar.
Ego, gerçek bir varlık değildir; o sürekli bir faaliyettir. Bu faaliyet birkaç temel mekanizma ile işler:
Sahiplenme (Gasp): Saf farkındalık alanında "öfke" belirir. Tanık bunu sadece fark eder. Ancak polis hemen devreye girer ve "Ben öfkeliyim" der. Bu sahiplenme anı, ıstırabın doğum yeridir. Deneyim kişiselleştirilir ve bir hikâyeye dönüşür.
Zamanın İnşası: Polis, şimdiki anın saf mevcudiyetinde var olamaz. Onun yetki alanı geçmiş (anı) ve gelecektir (beklenti). Gücünü hafızadan alır ve bunu geleceğe yansıtır. Bu sürekli "oluş" çabası, mevcut "varoluş" halini örter.
Kontrol Yanılgısı: Polis, kaosu kontrol ettiğini iddia eder, oysa yarattığı direnç ve yargılarla kaosu yaratan bizzat kendisidir.
Tanıklığın İncelikleri: Kaydetmenin ve İzlemenin Ötesi
Burada kritik bir ayrımı anlamak gerekir. Genellikle Tanığın deneyimleri "kaydettiği" veya "izlediği" söylenir. Ancak bu ifadeler, Tanığın doğasını tam olarak yansıtmaz ve yanıltıcı olabilir.
Tanık neden kayıt yapmaz? "Kayıt yapmak", zamana bağlı bir eylemdir. Bir deneyimi saklamak, depolamak ve daha sonra başvurmak üzere biriktirmek anlamına gelir. Kaydı yapan mekanizma zihin ve bellektir. Polis (ego), kimliğini sürdürmek için bu kayıtlara ihtiyaç duyar ("Ben dün bunu yaşayan kişiyim"). Oysa Gerçek Tanık, zamansızdır. Eğer kayıt yapsaydı, deneyimlerden etkilenir, kirlenir ve değişirdi. Ayna, önünden geçen görüntüyü kaydetmez; görüntü geçtiğinde ayna yine boştur. Tanıklığın saflığı bu kayıtsızlıktan gelir.
"İzlemek" neden yetersizdir? "İzlemek", "kaydetmekten" daha doğru olsa da, nihai gerçekliği tam ifade edemez. İzlemek eylemi, bir "izleyen" (özne) ve bir "izlenen" (nesne) olduğunu varsayar. Bu bir ikiliktir (duality). Nihai durumda ise Tanık, tanık olunan şeyden ayrı değildir. İzleyen ve izlenen arasındaki mesafe ortadan kalktığında, geriye sadece saf "Farkındalık" kalır.
Eğer dilin sınırları içinde kalarak bir metafor kullanacaksak, ne kamera (kaydeden) ne de gözlemci (izleyen) tam olarak uygundur. En uygun metaforlar Işık ve Uzaydır.
Işık (Aydınlatma): Bir odaya ışık girdiğinde, ışık odadaki nesneleri aydınlatır. Işık, nesneleri kaydetmez veya aktif olarak izlemez. Işık, aydınlattığı nesnelerden etkilenmez (bir bıçak ışığı kesemez, ateş ışığı yakamaz). Işığın salt mevcudiyeti, nesnelerin görünür olmasını sağlar. Tanık-Bilinç de böyledir; o bir eylemde bulunmaz, onun varlığı, tüm deneyimlerin bilinmesini sağlayan zemindir.
Uzay (Mekân): Uzay, içinde olan biten her şeye izin verir ama kendisi hiçbir şey "yapmaz". Galaksiler doğar ve ölür; uzay onları "izlemez", sadece onlara yer açar. Bir patlama olduğunda uzay bunu "kaydetmez" veya şok olmaz. Uzay, her zaman olduğu gibi kalır.
Özgürlüğün Eşiği: "Ben'im" Hissi
Peki, bu içimizdeki polisten nasıl özgürleşeceğiz? Bu zihnin sorduğu bir sorudur ve yanıtı zihin ile verilemez. Çünkü zaten özgür olduğunu zihin anlayamaz. Bunun yerine, egonun ortaya çıkmasına neden olan ilk harekete dikkati vermek gerekir. "Ben'im" hissi.
Bu, henüz "Ben şu veya bu kişiyim" diye bir kimliğe bürünmemiş olan, saf varoluş hissidir. Varoluşun ilk tadı, bilincin ilk kıvılcımıdır.
Öğreti, zihni sürekli olarak bu isimsiz, niteliksiz "Ben'im" hissinde tutmayı salık verir. Bu bir çaba değildir; bu, çabanın kendisinden vazgeçmektir. Dikkatin dışa dönük akışını tersine çevirip kaynağa yöneltmektir.
Bir düşünce geldiğinde, onunla savaşmak yerine, o düşüncenin kime göründüğünü araştırın. Cevap her zaman "Ben'im"dir. Dikkatinizi bu saf varoluş hissinde dinlendirin.
Zihin bu saf varoluş hissinde dinlendiğinde, polisin (Ego'nun) dayandığı kişisel hikayeler ve yargılar gücünü yitirir. Ego dikkatle beslenir; dikkat kaynağa döndüğünde, polis işlevsiz hale gelir ve yavaş yavaş çözülür. Geriye sadece her şeyi aydınlatan, kişisel olmayan ışık, yani gerçek Tanık-Bilinç kalır.
Yorumlar
Yorum Gönder