18 Temmuz 2022 Pazartesi

 


Edep Ya HUUU…

Köyüme gittim bu bayram. Çocukluğumdaki bayram sevinçlerim olmasını isterdim bu yazının konusu, öyle olmadı.

Göz alabildiğince kiraz bahçeleri ile dolu köyüm, hepsi kocaman Napolyon kirazlar. İhracatı yapıldığı için ağaçların bakımı (!) ve meyve hasatları köylüler tarafından düzenli yapılmakta. Kiraz dışında kayısı, vişne, elma, erik aklınıza gelebilecek envai çeşit meyve ağaçları da bulunmakta ancak bunlardan kayda değer ticari olanı kiraz dışında bir de vişne. 

Bu yıl kiraz olmamış, yani az meyve vermiş. Babamın kiraz bahçelerini büyük bir hüzünle gezdim, ağaçlara ve toprağa üzülerek. Bayramda köyde olmak güzeldi ancak ağaçlara ve toprağa o kadar üzüldüm ki, orada geçirdiğim zaman boyunca tek gündemim buydu.


Ağaçlar, insanlar gibi ilaç bağımlısı haline dönüşmüş.

Sürekli bir taraflarında yeni bir hastalık oluşuyor ve her bir hastalık için yine ayrı bir ilaç kullanılıyor. Toprağa ot için ve ağaca böcek için atılan ilaçlardan bahsetmiyorum bile. 

İnsan kendisini, hayvanları, bitkileri, toprağı zehirliyor ve en acısı bunun farkında olmadan yapıyor.

Kıtlık olacak, savaş çıkacak, açlık olacak, inanlığın sonu gelecek vs gündemleri merakla izlerken, insan yalnızca kendisi tek başına ne yapıyor, nasıl yaşıyor. Bir gün boyunca insan nasıl yaşıyor?

Detoks zamanının geldiğini ona tüm bedeni, ruhu, aklı ve zihni her saniye haykırırken, insan bu haykırışı duyamayacak kadar kendisine yabancı. İnsan kendisini duymuyor, anlamıyor ve kendisine yardım edemiyor. Böylece arınmayı erteliyor ve insan çevresindeki olumsuzluklara şikayet etmeyi sürdürüyor.


Şehirde ve köyde doğayı kirletiyor ve katl ediyoruz. Sözde bahçelere bakım yapılıp, iyi mahsul alınmaya çalışılıyor ki ticaret yapılsın. Ama olana bakın ki, ağaçlara ilaç niyetine zehir veriliyor. Bir poşet hapla gezer oldu insan. Yazık ki ağaçlara da aynı kaderi reva gördü insan. Hepsi hasta ve ilaca bağımlı hale getirilmiş. Ağaç ölüyor, toprak ölüyor, doğa ölüyor, insan ölüyor. 

Ya hayvanlara yaptığımız dehşete ne demeli. Onları da ilaca, aşıya, doktora bağımlı yaptık. Tek suçları bizimle yaşamak. Doğalarından kopardık onlara kedi köpek kuş gibi muamele yapmıyoruz, onlara insan gibi muamele yapıp kendi ahlaki değerlerimizle yargılıyoruz. Onların anne ya da baba olmalarına biz karar veriyoruz, her canlının en temel iç güdüsü olan üreme ve çoğalma ihtiyacını ellerinden alıp onları kısırlaştırıyoruz. Ne hakla ve ne cüretle?


İnsan öncelikle Tanrıcılık oynamayı bırakmalı ve doğadaki zerre kadar bile olmayan varlığının farkına varmalı. Tanrı değil kul olduğunun bilincine vardıktan sonra, önce kendisine karşı edep ve saygıyı öğrenmeli. Tanrıcılık oynamayı bıraktığı gün, içindeki potansiyel Hz. İnsanı görüp ona karşı saygıyla davranmalı, nefsine zulüm etmeyi bırakmalıdır. 


Doğaya nasıl yardımcı olacak insan? 

Cevap basit;

Sıfır çabayla, hiçbir şey yapmayarak. Evet sadece saygı duyarak, müdahale etmeyerek, edep içerisinde davranarak. Önüne gelen kediyi köpeği kısırlaştırmayarak, onların yaşam alanlarına müdahale etmeyerek. Peyzaj adı altında doğayı katletmeyerek. Yaşayan ve bu gezegende bizim komşumuz olan her şeye saygı ve edeple yaklaşarak. Zehirli kimyasalları bedenine ve doğaya püskürtmeyerek.

İnsan 24 saat içinde kendisini gözlemlediğinde yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla kendisine ve etrafında olan canlılara ne veriyor? Bunun muhasebesini her gün yapan her insan içindeki Hz insana ve dışındaki diğer canlılara zararı mı faydası mı dokunuyor kolaylıkla anlayabilir. 


Dışımızdaki canlılar sadece ağaç, kedi, köpek kuş mu? Bastığınız toprak, onun üzerinde yaşayan böcek, ot da canlı değil mi? Tabi halen basacak bir toprak buluyorsak. Her yerini betonla kaplıyoruz dünyamızın. Beton üzerinde yaşam formu bırakmadan yayılıyor. Betonların içinde ve üzerinde yalnızca insan yaşayabiliyor (şimdilik). O betonlarda bizimle yaşayan bazı canlıları da dönüştürdük, fabrika ayarlarıyla oynadık, hapsettik, özgürlüklerini ellerinden aldık ve mahkum ettik. Onları doğadan mahrum ettik. Evimizde yaşayan kedimizin, köpeğimizin, kuşumuzun, aşı karnesi var, ilaç poşeti var, kısırlaştırdığımız için birçok hormonal sorunları var. Sokaklarda yürürken kısırlaştırıldığı için akşama kadar yatan obez köpeklerin gözlerine bakmaya hala utanmıyor insan. Gözlerindeki çaresizlik ve keder insana yine de insanlığını hatırlatmıyor ve daha çok hayvanı kısırlaştırmak istiyor insan. Neden? Cevabımız, “sürekli çoğalıyorlar, sokaklar kedi köpek doluyor ve onları besleyecek kadar zengin değiliz.” Şehir hayatı hem bizi hem onları öldürüyor. Onların nesilleri tükeniyor insan eliyle sistematik bir şekilde. Avrupa’da sokakta kedi köpek yok. Bizim sokaklarımızın zenginliği bu hayvanlar ama yakında yok olacaklar. Mutsuz kısır bir neslin arkasından artık sokaklarımızda önce köpekler sonra kediler olmayacak. 


Rızkı kim veriyor? İnsan mı? Rızkı veren Allah’tır. Doğaya bakın sonsuz bir zenginlik içinde yaşam çeşitliliği arasında her türden canlı üreme ve ölme döngüsünde yerini bulup, hayatta kalıyor. Hiçbir hayvanın rızkını biz vermiyoruz, kaderini çizme hakkını nasıl kendimizde görebiliriz. Şehirde bizimle betonlarda yaşamayı onlar seçmediler, mahkum edildiler. Kaderleri ne zaman insan eline verildi. Ne zaman bu hayvanlar üzerinden para kazanan kocaman bir sektör kuruldu ve ne zaman insan buna farkında bile olmadan hizmet eder duruma geldi ve bu sistemin savunucusu oldu?


Köyümde ağaçlar hasta, toprak hasta, arılar zehir dolu meyve çiçeklerine gelmez olmuş ve kiraz azalmış. Bahçenin bir yanında duran güzelim papaz eriği ortasından yarılmış. “Canım benim bu ne kadar çok meyve. Taşıyabileceğinin kaç katı meyve ile doldun ve ağırlıktan dalın budağın kırıldı senin. Senin meyveni satamadığından, sana bakmıyor insan. (Sana ilaç atmıyor)” Çözüm aynı bahçenin içinde bize bakıyor, biz yine görmüyoruz. Biz çözümü hep dışarda arıyoruz ve yalnızca şikayet ediyoruz. Gözümüzde perde, kulağımızda perde, kalbimizde perde ile yaşamaya devam ediyoruz. 




İnsan kendi içine bakmalı önce-sonra ve hep. İlk bakacağı yer orası. Aradığı tüm çözümler, beklediği tüm çareler, reçeteler, umutlar, gelecek ve saf sevgi orada. 

İçerden kırılırsa yumurta yaşam muhteşem bir metaforla sürer, dışardan kırıldığında ölüm gelir. Yumurtamız kırılmak üzere ama dışarıdan, hala onu içeriden kırmak için şansımız var. Bize verilen her 24 saat bir şans ve biz onu nasıl kullanıyoruz? Hala çevremizi, diğer insanları suçlayıp, gün boyu değiştiremeyeceğimiz şeylerden şikayet ediyorsak, yumurtamız dışarıdan kırılmayı hak ediyor ve kırılacak da. Bir gün 24 saatimiz olmayacak, o gün belki de o saatlerin sonuna geldiğimizde bakacağız ki yalnızca belki de son 1 saatimiz kaldı. İçeriden yumurtayı kırmak için çok geç.

Dışarıda bir şey yapmamıza gerek yok. İçeriden başlayın. Hz insana bakın, sizden ne istiyor. 

Ruhunuzu en son nerede bıraktınız? Hayatı kendi yavaş ritminde en son ne zaman yaşadınız? Hızlandırılmış tura katılalı hayli zaman geçmiş olmalı, ne zaman hızın farkına vardınız? Ruh ve bedeni senkronize etmeden insan yumurtayı içerden kıramaz. Bunun için önce yavaşlamalı insan, hız treninden inmeli, inerken dengesini koruyarak, yavaşça ve fabrika ayarlarına geri dönmeli. O zaman perdeler kalkar, hakikat görünür.


Ruhumuzu beslemeyi unuttuk çünkü ruhumuzu çok geride unuttuk. Hız trenine binerken biz ruhumuzun varlığını bile unuttuk. Hız treninde geride unuttuğumuz ruhumuzun açlığını hissettikçe yemek yemeyi, içmeyi arttırdık, abarttık ve doyma hissimizi kaybettik. Açlık hissettikçe daha çok yedik ve bir türlü dolmayan kocaman boşluklar oluştu içimizde. Dünyadaki tüm yemekleri yesek de dolmayacak o boşluklar. Çünkü acıkan midemiz değil, bedenimiz aslında tok. Ruh acıkır, beden yemek yer. Ruhu doyurmadıkça bu kısır döngüyü kıramaz insan. 


Elimizde olan gerçek tek şey bugün de bize sunulmuş olan 24 saat hepsi bu. Dün de yok, yarın da. İçinde bulunduğumuz 24 saatte neyi besleyeceğiz? Ruhumuzu mu, bedenimizi mi, içimizdeki iyiliği mi, kötülüğümü, edebi mi, Tanrıcılığımı? Listeyi sonsuza kadar uzatabiliriz. 

İnsan küçücük varlığının içindeki muhteşem tohumu bulmalı önce ve ona sormalı “Ben Kimim?” Bunun için elinde olanın farkına varmalı, tamamının bizim olacağının garantisi olmayan “24 saat”, aslında yalnızca şimdi. Şimdinin büyüsüne kapılmalı insan. Ne zaman, perde aralanınca…


İnsan haddini çoktan aştı. Kendisine saygısını kaybettiği gün içi hırsla doldu. Kendisine dönen kendisini tanır ve edep önce kendisinedir kişinin. Kendisine karşı edebi yitirmiş bir insandan edep beklemek mübalağa olur. Edep ve saygıyı yeniden inşa ettiğimizde tüm sorularımıza yanıt gelecek ve iyilik bizden dışarıya yayılacak. Dünyayı değiştirmekle ve kurtarmakla sorumlu değiliz, dünya çok büyük ve biz çok küçüğüz. Buna rağmen, kendimizi değiştirerek dünyayı değiştirebiliriz, çünkü biz Hz insanız. 

Kurtuluşumuzun tek çözümü, “Edep Ya Huuuu”


Sahip çıkmamız gereken en önemli kavramlardır, Aşk ve edep. Aşk vazgeçilmezimiz, yaradılış sebebimiz, hayat gayemiz, varlığımız, hiçliğimiz, amacımız, umudumuz ve başkaca yazıların konusu.


Edep ve muhabbetle

Ferda Uslu





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder